Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, eşek natır iken, sıçan berber iken vaktin birinde bir değirmencinin bir kara kedisi varmış. Bir padişahın da üç kız; varmış. Bunun bir kırk yaşında biri otuz, en küçüğü de yirmi yaşındaymış.
Kırk yaşında olan kız, bir gün, en küçük kardeşlerinin ağzından babasına, Benim büyük ablalarım otuz, kırk yaşına girdiler, onları kimseyle baş göz etmedin. Ben de onlar gibi büyüdüm, yirmi yaşına geldim. Sen bizi hala evlendirmeyecek misin?” diye mektup yazmış göndermiş.
Padişah mektubu okumuş. Hemen üçünü de çağırmış, demiş ki:
“Her biriniz birer ok atınız. Bu oklar nereye düşerse oradaki kısmetinize razı olunuz demiş.”
Bunun üzerine büyük kız bir ok atmış. Ok vezirin oğlunun köşküne düşmüş. Onu vezirin oğluna vermişler. Ortanca kız da bir ok atmış. 0 da şeyhülislamın oğlunun köşküne düşmüş. Bunu da ona vermişler. En küçük kız okunu atmış, bir külhancının kulübesi- ne düşmüş. “bu olmadı,” demişler. Kız bir daha atmış, ok yine ora ya düşmüş. Üç kere atıp, üçünde de ok oraya düşünce padişah kızmış: “Soysuz, senin layığın buymuş. Bak, büyük kardeşlerin sabrettiler, muratlarına erdiler. Sen ise onların en küçüğüyken bana kağıt yazdın, işte belanı buldun demiş. Haydi bunu alıp o külhancıya götürün, ona bir şey de vermeyin,” diyerek kızı koy muş.
Kızı götürüp külhancıya vermişler. Külhancı küçük kızı almış. Bir süre bunlar kulübelerinde oturmuşlar. Günler, aylar geçmiş. Çok yoksul oldukları için de ne dertleri , ne de sıkıntıları bitmiş.
Kış gelince külhancıyla kızı bir düşüncedir almış. İkisi de, “Koca kışı bu kulübede nasıl geçireceğiz?” diye tasalanıp durmuşlar. En sonunda kız, külhancıya, “Sizin hamamcıya gidip yalvarsan da kışı geçirinceye kadar bize bir yer versen nasıl olur?” demiş.
Külhancı da gidip hamamcıya yalvarmış, yakarmış. Hamamcı, “eh ne yapalım, kalkın gelin,” demiş. Uzatmayalım, külhancıyla karısı kalkıp gitmişler. Oraya yerleşmişler. Aradan bir zaman geçtikten sonra, bunların nur topu gibi bir kızları dün yaya gelmiş. Tam o sırada duvar yarılmış, içinden üç peri kızı çıkmış.
Peri kızları kadının odasını tertemiz silmiş süpürmüş. Her tarafı düzeltmişler. Kadını güzel bir yatağa yatırıp, bebeği de kundakladıktan sonra, gideceklerine yakın içlerinden biri:
“Bunun adı Gülşen; ağladıkça inci döksün,” öbürü güldükçe gül açılsın,” daha öbürüyse, “yürüdükçe çayır çimen bitsin,” deyip üçü birden savuşup giderler.
Külhancı yorgun argın işinden eve döner. Bir de bakar ki, bir kız çocuğu dünyaya gelmiş, karısı da tertemiz bir odada, süslü püslü bir yatakta yatıyor.
Adam bunu görünce şaşırır. “Aman hanım, sana ne oldu, bunları nereden buldun?” diye sormuş.
Kadın da her şeyi olduğu gibi anlatır. Neyse, aradan epeyce zaman geçmiş. Günden güne kız büyüyüp on iki yaşına girmiş. Ama güzelliği de dünyada görülmemiş. Öyle bir güzellik ki, gören aşık oluyormuş. Ondan başka da, güldükçe güller açılır, ağladıkça inciler dökülür, yürüdükçe bastığı yerde çayır çimen bitermiş. Artık onu gören kendinden geçer; öyle bir güzel ki, benzerini kimse görmemiş. Bunu bilmeyen duymayan kalmamış.
Bu söylentiler günün birinde sultanın da kulağına gitmiş. Valide sultan, güzelliğini dünyaya şan, dillere destan olan bu kızı şehzadeye almak istemiş. Meğerse şehzade rüyasında, gördüğü bu kıza çoktan beri tutkunmuş.
Valide Sultan bir gün şehzadeyi yanına çağırıp, ona, “oğlum, falan kız şöyle güzel, böyle güzel; işte, güldükçe güller açılıyor, ağladıkça inciler saçılıyor, bunu sana almak için görücülüğe gideyim mi?” diye sormuş.
Şehzade utancından biraz nazlanırsa da annesinin ille de alacağım diye ayak diremesi üzerine, “Peki,” demiş.
Valide sultan, “Neyse, oğlanın gönlünü ettim,” deyip, yanına saraydaki kadınlardan birini alarak doğru kızın evine görücülüğe gitmiş.
Evde oturup, hoşbeş ettikten sonra, konuyu açmış, kızı oğluna istemişler. Onlar de ne yapsınlar, baş üstüne deyip, söz kesmişler, kızı vermeye razı olmuşlar.
Valide sultanla birlikte gelen kadının da bir kızı varmış meğerse. 0 kız da çok güzel olduğu kadar bu kızı andırırmış.
Kadının kendi kızı dururken bu kızın şehzadeye varacağını düşünerek kıskançlığa kapılmış. “Bu bir külhancı kızı olsun da, padişah in oğluyla evlensin. Benim kızım da onun kadar güzel. Ben onlara bir oyun oynayayım da görsünler. Düğün günü kızı buradan alıp götürmeye nasıl olsa ben geleceğim. O zaman bir oyun oynar, onun yerine kendi kızımı götürürüm,” diye kendi kendine söylenip durmuş.
Düğün günü gelip çatmış. Kadın da kendi kızıyla birlikte gelinin evine gelmiş. Saraya gitmek üzere yola çıkmadan önce hep birlikte oturup yemek yemişler. Kadın sezdirmeden kızın yemeğine bir avuç dolusu tuz atmış. Kız, yemeğin tuzlu olduğunu anlamış ama ayıp olmasın diye sesini çıkarmamış, hepsini bir güzel yemiş.
Sonra birlikte kalkmışlar, kadının yanına bir testi su, bir de torba almış, gelin arabasına binmiş. Kendi kızıyla gelinin arasına geçip oturmuş, koyulmuşlar yola.
Tuzlu yemekleri yediği için yolda susayan gelin su isteyince, kadın, “Gözünün birini çıkarırsan sana bir bardak su veririm,” demiş.
Kız susuzluktan yandığı için gözünün birini çıkarıp vermiş, suyu içmiş. Biraz gitmişler. Susuzluğu geçmediğinden bir bardak daha istemiş. Kadın yine, “Öbür gözünü çıkarırsan veririm,” deyince, kız öbür gözünü de çıkarıp vermiş, suyu içmiş.
Bunun üzerine kadın, kızın gözlerini saklamış, kızı da tutup torbanın içine sokmuş, bir dağ başına bırakmış. Gelin elbisesini de kendi kızına giydirmiş, kuşatmış, şehzadenin istediği kızı getirdim diye kızını götürmüş, şehzadenin koltuğuna vermiş.
Her neyse padişah düğün yapmış, oğlunu güvey koymuş. Şehzade gelinin duvağını açıp kızı görünce, kendi düşünde gördüğü kız olmadığını anlasa da, ona bir parça benzediğinden sesini çıkarmamış.
O gün öylece geçmiş. Ama oğlan kuşkulanmış. Bilmiş ki, kendi gördüğü kız güldükçe güller açılır, ağladıkça inciler yayılır, yürüdükçe çayır çimen bitermiş. Oysa bunda ne gül ne inci, ne çimen...
Şehzade, “Sanırım bunda bir iş var. Bu benim görüp istediğim kız değil,” diye kendi kendine düşünmüş, taşınmış, elbet bunun aslı astarı çıkar diye hiç kimseye bir şey söylememiş. Onlar oturup durmakta olsun, o kız dağ başında kendi kendine ağlar, ağlar; ağladıkça inciler dökülür, oturduğu torbada her yanı incilerle dolar.
O gün ırmağa süprüntü dökmek için bir çöpçü gelir, bir inilti işitir. Çöpçü bu sesten korkup, “İn misin, cin misin diye seslenir. Kız da, Ne inim, ne cinim, ben de senin gibi bir ademim, deyince çöpçü çuvalı açar bakar ki, iki gözü yok bir kız ağlayıp duruyor, ağladıkça da gözyuvalarından inciler dökülüyor. Çöpçü hemen bu kızı alıp evine götürmüş. Kendisinin hiç çocuğu olmadığı için, hem çöpçü hem de karısı bu kızı pek sevmişler. 0 ağladıkça da çöpçü kızın gözlerinden dökülen incileri toplamaktan başka bir işe bakmamış. Parasız kaldıkça bu incileri götürüp satar, böylelikle geçinip giderlermiş.
Kız ağlayıp gözlerinden inciler saça dururken günler geceleri kovalar, aradan uzunca bir zaman geçmiş. Günlerden bir gün, kız aklına bir şey gelerek gülmeye başlamış. Güldükçe de güller açılmış. Kız, hemen çöpçüye, “Baba” demiş, al bu gülü, şehzadenin sarayı önünden geç, geçerken de, “gül satarım, hiç görülmemiş gülüm var,” diye bağır. Eğer seni oradan bir kadın çağırıp gülü isterse sakın para ile satma, “Bir göze bir gül veririm,” de.” Demiş. Adam gülü alıp doğru sarayın önüne gitmiş. “Gül satarım, hiç görülmemiş gülüm var,” diye bağırınca kızın anası bunu hemen işitmiş.
“Aman şu gülü alayım da kızımın başına takayım, şehzade görünce kızımı, kendi görüp Sevdiği kız sansın,” diye çöpçüyü çağırmış.
“O güle kaç para vereyim?” deyince çöpçü de, “Ben bunu para ile satmam bir göze veririm,” der demez kadın o gözlerini çıkardığı kızın saklamış olduğu gözlerinden bir tanesini çöpçüye vermiş, gülü alır, kızının başına takmış. Şehzade gülü görünce kendi kendine, “Bu gülü benim sevdiğim kızın güllerinden, ama çoktan beri görmüyordum. Bunda yine bir iş olmalı,’ diyerek hiç sesini çıkarmamış.
Onlar yine oturmakta olsunlar, çöpçü, gözü alıp doğru kıza getirmiş. Kız, gözünü yerine koymuş, Tanrıya yalvararak dua etmiş; gözü tekrar eskisi gibi olmuş. Kız yine güler; gül açılınca, çöpçüye, “Baba, al bu gülü de götür, “Bir göze bir gül, “ diye bağırarak yine o saraya sat,” demiş.
Çöpçü gülü alıp, sokakta bağırmaya başlamış, kadın bunu işitmiş. “Aman şehzade kızımı biraz sevmeye başladı. Şu gülü de alayım, şehzade daha çok sevsin kızımı, hem de benim yaptığım işleri anlamadan sevdiği o külhancının kızını unutsun,” diye çöpçüyü çağırmış.
Gülü almak istediğini söyleyince çöpçü, “Veririm ama yerine bir göz isterim,” demiş. Kadın saklamış olduğu öteki gözü de verip, gülü almış.
Çöpçü hemen döner, getirdiği gözü kıza vermiş. Kızın gözünü yerine koyup, dua etmesiyle de gözü iyileşmiş, eskisinden daha iyi olmuş. Neyse uzatmayalım mestaneyi, çatlatmayalım kestaneyi, günlerden bir gün bu kız sokağa çıkar; güldükçe, güldüğü yerde güller açmış, bastığı yerde otlar bitmiş. Demeye kalmadan, şehzadeyle evlenmiş olan kızın anası bunu görmüş.”
Hemen, “Şimdi şehzade bunu görürse işi anlamış,” diyerek, düşünür taşınır, doğru o çöpçünün evine gitmiş, yalvarmış yakarmış, “aman çöpçü, bu Senin kızın nasıl şeydir, sakın bu bir cadı olmasın?” diye çöpçüye bir takım korkular vermiş. Herif de ah mağın biri olduğundan, “Aman deme, sakın böyle bir şey olmasın? Zira ben böyle insan görmedim,” demiş.
Kadın da, “Sen onun tılsımını öğrenirsen ben de sana bunun nasıl çözüleceğini bildiririm, deyip gitmiş.
Çöpçünün kızı eve gelince, çöpçü, kıza, “Kızım, senin bu halin bana merak oldu, senin tılsımın nedir?” diye sormuş.
Kız da bir kötülük düşünmeyerek, “Babacığım, ben ademoğlu yum, ben ademoğluyum, ama kırklarla karışığım. Benim görünüşüm ademdir, amma asıl tılsımım, filan dağda bir geyik vardır, işte odur. 0 ne vakit gelirse, ben de o vakit ölürüm,” demiş.
Sabah olur. Gizlice o kadın gelip, çöpçüden işi sorar. 0 da, kızın dediklerini kadına söylemiş. Kadın bunu işitir işitmez doğru kendi kızına gelmiş. Demiş ki: “Kızım, sen yalancıktan hasta ol.”
Kız hastalanır. Oğlan, kıza hekimler getirmiş, baktırmış. Kızın anası hekimin birine demiş ki: “Siz şehzadeye, “filan dağda bir geyik vardır, onu tutup yüreğini karınıza yedirirseniz iyi olur;” Bunun üzerine, hekimler, oğlana, “Şehzadem, senin karının hastalığı bir şeyle geçer. Eğer onu yapamazsan ölür gider,” deyince, şehzade, “Nedir?” diye sorar.
Hekim de, Filan dağda bir geyik vardır. Onu tutup, yüreğini yedirirsen o zaman senin karın iyileşir,” deyince, şehzade adamlar gönderip o geyiği vurdurur. Hemen yüreğini çıkartıp kıza yedirir. Çöpçünün kızı da geyik ölünce ölür. Meğerse o geyiğin yüreğinin ucunda bir kırmızı mercan varmış. Kız yüreği yutarken o mercan yere düşer, bunu kimse görmez.
Neyse, kız iyi olur. Aradan biraz zaman geçer, bu kızın bir çocuğu dünyaya gelir, ama şehzadenin gördüğü kız gibi, ağladıkça inciler dökülür, güldükçe güller açılır, yürüdükçe çimenler biter.
Şehzade bu çocuğu görünce, “Bu benim gördüğüm kız gibi, gelgelelim bunu doğuran anası böyle değil; bu nasıl iştir?” diye düşünüp taşınırsa da bir gece düşünde o kızı görmüş. Kız, “şehzadem benim canım senin sarayının merdivenin altında duruyor. Hem, karının dünyaya getirdiği çocuk da benim tılsımım olan geyiğin yüreğinden olmuştur,” deyince, şehzade uykudan uyan Kızın söylediklerini düşünerek, “Acaba bu gerçek mi, yoksa nasıl şeydir?” der, merdiven altına gidip arar, tarar, sonunda güzel bir mercan bulur. “Acaba bu mudur, yoksa değil midir?” diye mercanı alarak yukarı çıkar, masanın üzerine bırakır.
Neyse, kendisi çocuğu ile eğlenip avunurken, çocuk da epeyce büyür. Öteye beriye gezinirken masanın üzerinden o mercanı alınca, çocuğu periler kaptığı gibi doğruca o kızın mezarına götürürler. Çocuk elindeki mercanı kızın ağzına koyunca da kız dirilir.
Şehzade çocuğun kaybolduğunu görünce, arasa tararsa da çocuğu bulamaz. Yine düşünde, çocuğu ile sevdiği kızın bir mezarda olduklarını görüp, uykudan uyanır. Doğru düşünde gördüğü mezarlığa gider. Mezarı açarak bakar ki, çocuk ile kız yatıyorlar.
Şehzade bunları görünce, kızla çocuğu mezardan çıkarıp, işin aslını kızdan sorar. Kızda olduğu gibi, her şeyi başından sonuna kadar bir bir anlatır.
Şehzade işi öğrenince, onları alıp saraya getirir. Kendi karısıyla onun anasını başka bir şehire sürdürür. Kızı da kendine nikahlayarak kırk gün kırk gece düğün yapmış. 0 çöpçüyü de kapıcıbaşı olarak ölünceye kadar sarayda oturmuş.
Onlar ermiş muradına, darısı bizim başımıza.