Bir varmış bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bu padişahın bir de veziri varmış. Ama bu padişah vezirini öyle sever, öyle sayarmış ki, onu dünyada hiçbir zaman yanından ayırmazmış. Günlerden bir gün bunlar gezmeye çıkarlar. Şehirden epeyce uzaklaşıp bir dağın eteğine varırlar. Orada bir kuyu görürler. Merak edip kuyunun yanına yaklaştıklarında, derinden birtakım sesler işitirler. Çalgı sesine benzeyen bu sesin ne olduğunu düşünüp dururlarken, vezir, ‘ burada ya bir dev olmalı, ya da peri gibi bir şey bulunmalı.” Der.
Padişah, “Ey lala, bunu nasıl anlayabiliriz” diye vezire sorar.
O da, “Şahım, ben bu kuyuya inerim, ama kuyunun içinde başıma bir kötülük gelir de çıkamazsam, orasını artık siz bilirsiniz,”
deyince, padişah bir yandan vezirini kaybetme korkusu, bir yan dan da kuyudan gelen sesin ne olduğu merakı içinde kalır. Düşünür taşınır, onu yalnız başına bırakmaya bir türlü gönlü razı olmaz, olmaz ama, “Lala, sen nereye gitsen, Tanrı seni bana bağışlayacak olduktan sonra yine birbirimizden ayrılmayız. Yok, eğer ayrılmamız yakınsa, sen bu kuyuya girmeyecek olsan bile başka bir şey den ötürü birbirimizi kaybetmenin önüne geçemeyiz. İyisi mi, gel sen şu kuyuya gir. Eğer içerde insanın başına gelecek bir kötülük yoksa bana bildir, ben de girerim,” demekten de kendini alamaz.
Vezir, “Peki,” deyip kuyuya iner, bir de bakar ki, kuyunun dibinde bir kapı. Kapıyı itip açar, bir merdiven görerek buradan aşağı iner; karşısına büyük bir saray çıkar. Kendisini bir kimsenin göreceğinden korkarsa da, merakını yenemeyip, gizlene gizlene saraya girer, etrafına bakınarak yürümeyip başlar. Derken, bir bahçeye çıkar. Bu bahçe o kadar güzel ki, dil ile söylenemez. Vezir bu güzelliğe hayran kalır. ir yandan da, hiç kimseyi göremediği için korkuya kapılır. Kendi kendine, ‘Acaba buradakiler in midir, cin midir? Geriye dönsem mi, dönmesem mi?” diye düşünüp dururken, orada bulunan bir ağacın dibinde yedi başlı bir ejderhanın yattığını görür. Korkusundan hemen geri döner, yine saraya girip dolaşmaya başlar. Önüne gelen bir kapıyı açar bakar ki, içinde insan gövdeleri, kafaları, kokudan yanlarına varılmaz. Hemen kapıyı örter, başka birini açar. Orada birbirinden güzel üç kızın oturmakta, önlerinde birer gergef, nakış işlemekte olduklarını görür.
Kızlar veziri görünce, “Ey kardeş, sen buraya nereden geldin?” diye sorarlar.
Vezir de, “Ben bu kuyuya gece yarısı düştüm. Kaç günden beri bu kuyunun dibinde kaldığımı bilemiyorum. Her nasılsa bugün kendime gelebildim. Önümde gördüğüm kapıyı açarak içeri girdim. Şunu gördüm... bunu gördüm...” diye anlatmaya koyulur.
Kızlar onu dinledikten sonra, “Ey kardeş, burası ejderha kuyusudur. Ağacın altında uyumakta olan yedi başlı dev uyandığı zaman o mağarada gördüğün ölülerin bir parça yerlerini koparıp koparıp yer. O ölülerin hepsi de senin gibi bir ademoğluydu. Bu dev biz çalıp buraya getirdi, ama güzel olduğumuz için bizi ye meye kıyamadı. Onun için biz burada kaldık. 0 şimdi on beş gün dür uykuda. Kırk günde bir uyanıp o mağaradaki leşleri yedikten sonra gider yine yatar. Yiyeceği tükenince kuyudan çıkar, yüz kişiyi bir zembil gibi eline alıp getirir. Ölürlerken bu insanların her birinden türlü türlü sesler çıkar. Senin çalgı sesine benzettiğin sesler işte onların sesidir. On beş kişi daha bugüne kadar sağdı. Canlarının acısından her birinden ayrı bir ses çıktı. Şimdi sen burada kalacak olursan, dev uyandığı zaman seni de gözünü kırpma dan öldürür,” diye vezire her şeyi anlatırlar.
Bunları işiten vezirin aklı başından gitmekte beraber, kızların güzelliğine de doyamaz, ne yapacağını şaşırır. Gitsin mi, kalsın mı, bir türlü karar veremez. Kara kara düşünmeye başlar.
Kızlara, “Ey kardeşler, şimdi ben bu deyi öldürmeye kalksam ne ile öldürürüm? Bunun canını ne alır? Hem, bundan başka bir gelen var mıdır buraya?” diye sorar.
Onlar da, “Başka gelen yoktur, ancak onu öldürmek de pek kolay değildir. Şimdi onun uyuduğu bahçeye varıp, o duymadan tüyünden kırk kıl koparabilir, sonra da bunların her birini tek tek yakabilirsen, ancak o zaman onun kırk canı birbiri ardınca çıkar. Ama her canı çıkışta kendisinin bir ilacı vardır ki, onu yaparak senin üzerine saldırır. Sen de şu gergefin üzerindeki iğnenin birini alıp, ona gösterirsen onu geri püskürtmüş olursun. Eğer korkmayıp, o kılların kırkını da kırk seferde yakabilirsen hepimiz kurtuluruz. Sakın ola kılların ikisini birden yakayım deme,” diye cevap verirler. Vezir düşünür, taşınır, “Ey kardeşler, ben o kılları koparırken ejderha uyanacak olursa ne yapayım?” diye sorar.
Kızlar da, “Onun uyanmasına daha şu kadar gün var, ama her kılını kopardığında bir kere nara atarsan, o uyanacak olsa bile kalkamaz,” diye cevap verirler.
Vezir, ‘Neyse, bir şeyler başıma geldi, ne olursa olsun,” deyip, doğru ejderhanın yanına varır, kıllarının birini, ikisini çekmeye başlar. Otuz dokuz tanesini koparıp kırkıncıya elini atınca, ejderha bir kere kıpırdanır. Vezir, deyin uyanacağından korkarak olanca sesiyle bir nara atar, kırkıncı kılı da koparıp, kızların yanına gelir.
Kılları onlara gösterince, onlar da bunları birer birer yakmasını söylerler. Vezir bir ateş yakıp kılların birini, ikisini, derken on beş kadarını yakar. Ejderhanın da uyanma vakti yaklaştığından kıpırdandığını, ama gözlerini açamadığını görür. Elini biraz daha çabuk tutup, kılların geri kalanlarını da arka arkaya tutuşturur. Otuz dokuzuncu kıl yanınca ejderha yattığı yerde sıçrar, şöyle bir silkinip etrafına bakınır, veziri görerek elini ona doğru uzatır. Ama vezir kızın vermiş olduğu iğne ile karşı koyar. beyin iğneyi görmesiyle elini çekmesi, olduğu yere çöküp, dişlerini birbirine kenetleyerek ah etmesi bir olur.
Vezir o kırkıncı kılı da ateşe atınca deyin bütün canı çıkar. Sevinçle kızların yanına gelen vezir, ejderhayı öldürdüğünü onlara anlatır.
Bunun üzerine kızlar, “Ey yiğit, şimdi sen de kurtuldun bu ejderhadan, biz de kurtulduk. Ama gördüğün o mağaradaki adam leşleri ölü değildir. 0 ateşte yaktığın kılların külüyle bir çamur yapıp ölülerin başlarını bu çamurla vücutlarına yapıştırırsan belki onlar da dirilir,” deyince, vezir hemen o külden çamur yoğurur, gider o leşlerin kafalarını arar, ancak üçünü bulur, bu çamurla gövdelerine yapıştırır. Ölülerin üçü de uykudan uyanır dirilip ayağa kalkar. Ötekiler yine ölü olarak kalırlar.
Kızlar, “Ey yiğit, sen bu üç kişiyle bizim her birimizi nikahlar san biz de seni buradan salıveririz, yok diyecek olursan, o zaman da seni öldürdüğün o ejderhanın kılığına sokarız,” deyince, vezir bu kızların her birine gönlünü ayrı ayrı kaptırmış olduğundan, söylediklerine razı olmaz, olmaz ama ejderha kılığına girmek de işine gelmez.
Kızları aldatmak için onlara, “Ey güzeller, dediğiniz başımın üstüne olsun. Gelgelelim, kuyunun ağzında beni bir arkadaşım bekler, o nikah kıymanın yolunu benden daha iyi bilir. Hem de bugüne kadar yukarda bekliyor: o beni çok seven bir kimsedir, beni öldü sanıp, üzüntüsünden kimbilir ne kılıklara girmiştir,” diye dil dökünce, kızlar da buna inanırlar, hep birlikte kuyunun ağzına çıkarlar.
Padişah lalasını görünce sevincinden ne yapacağını bilemez. Vezir de başından geçenleri ona bir bir anlatır.
O zaman padişah, “Ey lala, biz buraya kız bulmaya gelmedik. Mademki sen bunları o beladan kurtarmışsın, bırak biz de. onları birbirlerine verelim, kendi işimize gidelim,” derse de, vezir, “Aman şahım, ben bu kızların derdinden on tane canım olsa hepsinden vazgeçerim, etme, eyleme,” diye padişaha yalvarır, yakarır.
Padişah onu kandırmak, bu işten vazgeçirmek için söylediklerinin boşa gittiğini görünce, “Kendin bilirsin, ne halin varsa gör,” demek zorunda kalır.
Vezirin kızlara, Ey güzeller, bu padişahtır, ben de onun veziriyim. Gelin, sizin birinizi ona, birinizi kendime, öbürünüzü de padişahın şehzadesine nikah edelim. Saraya vardığımızda büyük bir düğün yapalım. Her biriniz birer sultan olursunuz. Dediğimden geri durmayın, sonra pişman olursunuz,” demesi üzerine, kızlar hemen, üçü de birer kuş olarak, “Bizi seven tutmasın!” deyip uçarlar.
Hem vezir, hem padişah, hem de o üç adam bunların arkasından bakakalırlar.
Padişah vezirine dönüp, “Gördün mü, lala? Şimdi ne sana yaradı, ne de bu adamlara. Hiç olmazsa bunları birbirlerine verseydik, belki bize de bir yol gösterirlerdi. Şimdi bu iş hiçbir şeye benzemedi,” dedikten sonra veziri ile birlikte bu adamları da yanına alır, yola koyulur
Gide gide epeyce yol alırlar. Yolda bir devanasına rast gelirler.
Padişah vezirine, “Haydi, geri dönelim. Bu devanası bizi görecek olursa paralar,” derse de, o üç adam, “Şahım, geri dönmeye kalkarsak bu devanası bir adım atışta bize yetişir, hepimizi birer lokma ekmek gibi yeyiverir. Mademki bir şeydir başımıza geldi, iyilikle bu devanasının yanına varalım, yolu sorarak gideceğimiz yere gidelim,” diyerek padişahı geri dönmekten vazgeçirirler.
Hep birlikte devanasına doğru yürürlerken o adamların üçü birden padişah ile vezire, “Biz ne yaparsak siz de onu yapın,” derler.
Adamlar devanasının yanına gidip, “Vay anacığım,” diyerek boynuna sarılırlar.
Padişah da, lala da onların yaptıkları gibi yaparlar.
o sırada fırında ateş yakmakta olan devanası, “Siz bana anacığım demeseydiniz, ben de sizi tuttuğum gibi bu fırına atardım,” deyip, onlara nereden gelip nereye gittiklerini sorar. Onlar da başlarına geleni bir bir anlatırlar.
Devanası, “Eğer siz o kızların üzerine daha fazla düşseydiniz başınıza gelmedik bela kalmayacaktı. Onların bilmediği büyü yoktur, hepinizi bir kılığa sokarlardı, ama şu adamları kurtardığınız için size bir şey yapmamışlar. Haydi, buralarda durmayıp gidin, zira benim kırk tane oğlum var; onlar sizi görecek olurlarsa hiç durmaz paralarlar. Siz şimdi buradan giderken o kızlar sizin karşınıza çıkarlar; onların birer koyun olarak otladıklarını görürsünüz. Sakın bunları tutayım filan demeyin, sonra başınıza türlü belalar gelir,” diyerek bunları yolcu eder.
Az gider uz gider, dere tepe dümdüz gider, derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi, gide gide sonunda bir ovaya varırlar, devanasının dediği gibi orada üç koyunun otlamakta olduğunu görürler. Bunlar sahici koyun mudur, yoksa devanasının dediği cinsten midir diye birbirlerine sormaya başlarlar. Öyledir, değildir diyerek bir türlü bir karara varamazlar.
Vezir, “Her ne olursa olsun, eğer devanasının dediği gibiyse onları öldürmüş, yok, öyle değilse, bir güzel karnımızı doyurmuş oluruz,” diyerek belinden hançerini çekip, koyunun birini boğazlar.
Koyunun akan kanları orada öyle bir çalılık meydana getirir ki, dikenlerinden geçilmez olur, insan basacak yer bulamaz, her nereye bassa kendini kurtaramaz.
Vezir, “Eyvahlar olsun! Belayı kendim aradım kendim buldum. Şimdi ben ne yapacağım? Aman Tanrım, sen beni kurtar!” diye bağırıp çağırırsa da, bir türlü kurtuluş çaresi bulamaz.
Vezir orada bağırıp çağırmada olsun, öbür koyunlar yine kuş olarak uçup giderler, padişah ile o üç adam da veziri kurtarmanın çarelerini ararlar, en sonunda devanasından akıl almaya karar verirler. Kalkıp tekrar devanasının yanına varırlar, vezirin başına geleni ona anlatırlar.
Devanası, “Ben size demedim mi? Şimdi bakalım ne yapacaksınız?” dedikten sonra onlara bir avuç toprak verir, bu toprağı o dikenlerin üstüne serpmelerini söyler.
Toprağı alıp, geldikleri yere dönerler, o dikenlik yere serperler. O anda koyun kılığındaki kız eski halini alır, güzel bir kız oluverir, vezirin boynuna sarılarak, “Haydi artık ben senin oldum, zira benim kanımı akıttın. 0 devanası da benim bildiğim büyüyü bozdu. Bundan sonra ben bir daha hiçbir kılığa giremem, hiç korkma,” deyince veziri bir sevinçtir alır.
Hep birlikte oradan uzaklaşıp yola koyulurlar. Epeyce yol aldıktan sonra bir dere kenarına varıp, “Biraz şurada dinlenelim,” derler. Yorulmuş olduklarından oracıkta uyuyakalırlar.
Bunlar uyumaktayken, o kuşlar oradaki ağaçlardan birine konup birbirlerine, “Şu bizim kardeşimiz bizden ayrıldığından beri hiç rahatımız yok. 0 artık bizim gibi başka kılıklara da giremeyecek. Nasıl etsek de onunla biraz görüşsek,” derken, kız uyanır, ağacın üzerinde bunların konuştuklarını işitir.
“Kardeşlerim şimdi bunlar uyuyor, ben sizinle kaçabilirim, ama istediğiniz zaman sizin kılığınıza giremeyeceğim için size ayak uyduramayacağım. İyisi mi, gelin siz de bize katilin,” diye onlara seslenir.
Kızın bunlarla konuştuğunu duyan vezir uyandığını belli etmeyerek yattığı yerde konuşulanları dinler.
O kuşların, Kardeşim, öyle söylüyorsun ama, biz ne de olsa büyü yapmasını biliyoruz, onun için sizinle geçinemeyiz. Biz kılığımızdan çıkıp senin yanına geldiğimizde o devanasının vermiş olduğu toprağı bize bu su ile karıştırıp içiren olsa belki biz de bu halden kurtuluruz,” dediklerini duyar.
Kızın, “Ey kardeşlerim, ben o toprağı nereden bulayım? Hem onu gidip nasıl alırız? Şimdi oradan çok uzaklardayız,” demesi üzerine, onlar da, “Öyle ise biraz yaklaş, biz de ağaçtan aşağı inelim, daha rahat görüşürüz,” diyerek ağaçtan yere inerler. Kız da onların yanına gider, ağacın arkasına saklanıp kardeşleriyle konuşmaya başlar.
Onlar konuşmada olsunlar, vezir padişahı uyandırır, kızla kuşların arasında geçen konuşmayı ona anlatır.
Padişah bunu işitince elini cebine sokup, “Lala, ben devanasının verdiği toprağı cebime koymuştum, birazını serptim, biraz da cebimde kalmış. İşine yararsa al,” diyerek vezire bir avuç toprak verir.
O da hemen bir kap içinde bu toprağı su ile karıştırır, yavaşça ağacın yanına sokulur, kızların birbirleriyle konuşmalarını dinledikten sonra, “Alın, istediğiniz suyu getirdim,” diyerek kızlara uzatır.
Kızlar şaşırıp kalırlar, ne yapacaklarını bilemezler. Ama kardeşlerinin hasretine dayanamayacaklarını çok iyi bildiklerinden vezirin uzattığı kabın içindeki topraklı suyu içerler. İçmeleriyle birlikte de kuş kılığından kurtulup eski hallerini alırlar, birbirinden güzel iki kız olurlar.
Vezir bunları denemek için çalı çırpı toplayarak kocaman bir ateş yakar, kızlara da, “Siz bana bu kadar eziyet ettiniz, ben de sizi şu ateşe atıp yakacağım,” deyince kızlar başlarlar ağlamaya, yalvarmaya.
Onların ağlayıp yalvaracakları yerde bir kuş olup uçmadıklarını gören vezir, büyücülükten kurtulmuş olduklarını anlayarak sevinir, “Korkmayın, ben sizi denemek için böyle yaptım, yakacak değilim,’ der, gönüllerini alır. Sonra bu kızların büyüğünü padişaha, ortancasını vezire, en küçüğünü de şehzadeye nikahlamak için yola koyulup saraya gelirler. 0 üç adama da hem birer kız, hem de iyi bir iş bulurlar, kırk gün kırk gece süren bir düğün ile muratlarına ererler.