Bir zamanlar bir padişahın iki kızı varmış. Büyük kızın adı Güneş, küçük kızın adı Ay’mış.
Güneş’le Ay’ın anneleri bir gün hastalanarak ölmüş.
Padişah, “Çocuklarım annesiz kalmasınlar!” diyerek bir kadınla evlenmiş. Üvey anneleri Güneş’le Ay’ı, çok sevmiş. Tıpkı öz anneleri gibi onlara çok iyi davranmış. Kötü yürekli olan üvey anne değil Güneş’le Ay’mış.
Güneş yedi, Ay da sekiz yaşındaymış. Gel gör ki ikisi de birbirinden çirkinmiş. Sanki yüreklerinin çirkinliği yüzlerine yansıyormuş.
Üvey anneleri ve babaları onları çok sevdikleri ve her istediklerini hemencecik yerine getirdikleri için ikisi de şımarmışlar. Söz dinlemeyen, saygısız çocuklar haline gelmişler. Üstüne üstlük hiç durmadan birbirleriyle saç saça, baş başa kavgaya tutuşurlarmış.
Bir gün padişahın üçüncü kızı doğmuş. Yeni doğan kız öylesine güzelmiş ki sarayın halkı sevince boğulmuş. Yeni doğan kızın adını “Nurdal” koymuşlar. Güneş ile Ay, bir kardeşlerinin oluşuna hiç de sevinmemişler.
Aradan yıllar geçmiş, Nurdal da büyümüş. Güzelliği dillere destan olmuş.Yüzü gibi ahlakı da güzelmiş. Herkese karşı saygılı davranıyor, sevgi dolu yüreğiyle herkese iyilikler yapıyormuş. Onu tanıyanlar ona hayran olmaktan kendini alamıyorlarmış. Hiç birini diğerinden ayrı görmüyorlarmış.
Bir gün padişah, komşu ülke padişahının kızının düğününe davet edilmiş, derhal yol hazırlıkları yapılmış. Padişah, yola çıkacağı gün, kızlarına sormuş.
- Gittiğim ülkeden size neler getireyim?
Ay:
- Ben pırlanta bilezik isterim.
Nurdal:
- Sizin uygun gördüğünüz bir armağanı isterim demiş.
Padişah:
- Kızım, ablaların gibi sen de bir şey iste.
Nurdal’ın yanakları pembe pembe olmuş. çekingen bir sesle:
- Teşekkür ederim babacığım. O zaman gümüş tas getirirseniz sevinirim. Güneş il Ay, babalarına teşekkür etmeyi düşünemedikleri için utanmışlar. Nurdal’ı kıskanmışlar. Padişah yola çıkmış. Uzun süre yol aldıktan sonra deniz kenarına varmışlar. Yelkenli bir gemiye binerek, deniz üzerinde haftalarca yol almışlar. Sonunda komşu ülkeye varmışlar.
Komşu ülkedeki kızının düğünü tam kırk gün, kırk gece sürmüş.
Padişah, Güneş’e kumaş, Ay’a bilezik almış. Nurdal’a gümüş tas almayı unutarak gemiye binmiş. Gemi, denizin üstünde salına salına yol alırken padişah uykuya dalmış. Rüyasında, büyük bir fırtınaya yakalandıklarını görür. Derken bir deniz kızı denizden başını çıkararak padişaha seslenmiş:
- Güneş ile Ay’a istediklerini aldın da, Nurdal’a neden almadın?
Padişah, deniz kızına karşılık vermek istiyor ancak ağzından tek kelime bile çıkmıyormuş.
Deniz kızı:
- Nurdal en saygılı kızın… Bir armağan götüreceğin için sana önceden teşekkür eden de Nurdal’dı. Gemiyi hemen geri döndürüp, Nurdal’ın armağanı al. Yoksa gemiyi batırırım.
Deniz kızı, bir anda suya dalmış. Dalgalar gemiyi sallamaya başlamışlar. Padişah korkuyla uyanmış, hemen kaptanın odasına koşmuş. Kaptana:
- Komşu ülkeye geri dönmeliyim. Çok önemli bir şeyi almayı unuttum, demiş. Böylece komşu ülkeye dönerek güzel bir gümüş tas almış sarayına dönmek için yeniden yola çıkmış. Uzun bir yolculuktan sonra padişah ülkesine ulaşmış. Kızları, padişahın yolunu gözlüyorlarmış. Babalarını gördüklerinde önce küçük Nurdal koşmuş. Babasının elini öperek ona: “hoş geldiniz!” demiş.
Diğer kızları ise:
- Kumaşımı getirdin mi? bileziğimi getirdin mi? diye bağırıyorlarmış…
Padişah, kızlarına armağanlarını vermiş.
Büyük kız kumaşını alarak sarayın terzisine gitmiş.
Ortanca kız bileziği koluna takarak Nurdal’a gösteriş yaparak gezinmeye başlamış.
Nurdal, ablası Güneş’e:
- Ablacığım, elbisen çok şık. Güle güle giy! Demiş.
Sonra Ay’a dönmüş:
- Bileziğin koluna çok yakıştı, demiş. Ablaları ona gümüş tasına hiçbir şey söylememişler. Çünkü aldıkları armağanlardan daha değersiz olmasına karşın Nurdal’ın gümüş tasını kıskanıyorlarmış. Küçük Nurdal, her gün tasını alıp sarayın koruluğundaki göl kenarına gidiyor, suyla oynuyormuş. Ablaları onu izliyor, içlerinden gümüş tasın göle düşerek kaybolması için dua ediyorlarmış. Bir gün tas, Nurdal’ın elinden kayarak suya düşmüş. Nurdal da tası yakalamak isterken suya düşmüş. Bir daha da çıkamamış. Güneş ile Ay, Nurdal’ın suya batışını izlemişler. Yardım etmek için yerlerinden bile kımıldamamışlar. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi saraya dönmüşler.
O sırada Nurdal’ın suya gömüldüğü yerde küçük dalgacıklar oluşmuş. Bu dalgacıklar, kıyıya uzanmış. Derken kıyıda birdenbire bir kavak ağacı belirmiş. Nurdal’ı hiçbir yerde bulamayan padişah ve sultan çok üzülmüşler… Güneşle Ay, Nurdal’ın gölde boğulduğunu söylememişler. Padişah, kızına ne olduğuna bir türlü anlayamamış. Durmadan ağlıyor, günlerini üzüntü içerisinde geçiriyormuş. Günlerden bir gün sarayın çobanı, koyunlarını otlatırken göl kenarındaki kavak ağacının altına oturmuş. Ağaçtan kestiği dalla güzel bir kaval yapmış. Kavalı öttürmeye başlamış. Kavalın sesini işiten çoban çok şaşırmış. Sesi, öteki kavallardan farklıymış. Çobanın hafifçe üfleyişiyle kaval sanki kendiliğinden ötüyor, çok hoş bir melodi çıkarıyor, sesi ta uzaklara kadar gidiyormuş. Üstüne üstlük, kaval insan gibi konuşuyormuş…
Çoban, kavalı evirmiş çevirmiş. Bu kez daha yavaş çevirmiş. Bu kez daha yavaş üflemiş. Kaval, şöyle söylemiş:
- Ben Nurdal’ım! Lay, lay, lay… Ben Nurdal’ım!..
Çoban şaşkınlıktan dilini yutacak gibiymiş. Kendi kendine:
- Elbette dal… az önce bu dalı ağaçtan kopardım…
Oysa o kavak, padişahın kızı Nurdal’mış.
Nurdal’ın çok sevdiği gümüş tas sihirliymiş. Göle düşen Nurdal’ı boğulmaktan kurtararak kavak ağacına dönüştürmüş.
Çoban, kavalını öttürerek dolaşırken, korulukta gezinen padişahla karşılaşmış.
Kavaldan çıkan sesler, padişahın dikkatini çekmiş.
Çobanı yanına çağırarak kavalı öttürmesini istemiş.
Kaval:
- Lay, lay, lay…Ben Nurdal’ım!. Lay, lay, lay… Ben Nurdal’ım! Diye seslenince , padişah küçük kızı Nurdal’ın sesini tanımış.
Çoban heyacandan kavalı elinden düşürmüş. Kaval iki parçaya bölünmüş. Birden ortalığı sihirli bir ışık kaplamış ve küçük kızı Nurdal ortaya çıkmış.
Padişah Nurdal’a sevinçle sarılmış, gözyaşları dökmeye başlamış. Sonra Nurdal’la birlikte sarayın yolunu tutmuş.
Güneş ile Ay, Nurdal’ı görünce çok şaşırmışlar. Sözde sevinmiş gibi ona sarılmışlar, onu öpmüşler.
Sultan kızına kavuşunca çok sevinmiş, onu kucaklamış, göz yaşı dökmüş.
Nurdal, başından geçenleri anlatmış.o zaman padişah ve sultan,Güneş’le Ay’ın kardeşlerini kurtarmadıklarını anlamışlar.
Padişah, elindeki kırık kavalın parçalarını Güneş’le Ay’ın yüzüne fırlatmış. İki kızın yüzlerine bakılmayacak kadar daha da çok çirkinleşmişler. Kötü kalpliliklerinin cezasını çekerek saraydan ayrılmışlar. Nurdal da anne ve babasıyla mutlu bir yaşam sürmüş.