Ülkenin birinde çok yaşlı bir padişah yaşarmış. Bu padişahın delikanlılık çağında üç oğlu varmış. Büyük oğlunun adı Bulut, ortancasının Gök, en küçük oğlunun adı da Denizmiş.
Yaşlı padişah, bir gün hastalanmış. Oğullarını yanına çağırmış.
-Çocuklarım. Bildiğiniz gibi yaşlı ve hasta bir adamım. Ölüm bu, ne zaman geleceği hiç belli olmaz. Ben öldükten sonra yerime Bulut geçsin. Hazinemdeki altınların yarısını Deniz alsın. Bu altınlar la kendisine uygun bir iş kursun. Beş yüz donümlük tarlam, kılıcım ve değerli atımı da Gök’e bırakıyorum. En büyük dileğim, birbirinizle iyi geçinmeniz, vatandaşlarımızın mutluluğu için çalışmanızdır.
Yaşlı padişah birkaç gün sonra ölmüş.
Bulut, babasının tahtına oturarak padişah olmuş. Deniz hazinedeki altınların yarısını almaya hazırlanırken bir felaketle karşılaşmışlar. Meğer babalarına hep saygı gösteren baş vezir, padişah olmak istermiş. Önce Bulutun, sonra da Denizin başlarını kestirmiş, ülkenin her tarafında telalcılar göndererek padişah olduğunu ilan etmiş.
Ağabeylerinin başlarına geleni öğrenen Gök, babasının kılıcını alarak, babasının bıraktığı değerli atına atladığı gibi ülkeden kaçmış. Atını dört nala sürüyormuş. Yeni padişahın gönderdiği askerler bile ona yetişememişler. Bir süre sonra, Gök ülke sınırını aşmış, ölümden kurtulmuş.
Günlerce yol aldıktan sonra bir ovaya varmış. Ovanın ortasında bir konak varmış. Ancak konağın kapısını bulamamış. Öfkesinden duvarlara vurmak için kılıcını çekmiş. Derken çok tuhaf bir şey olmuş. Daha kılıcın kınından çıkmasıyla birlikte, karşısına on tane Arap dikilerek, şöyle söylemişler:
-Bize emrini söyle! Yakalım mı, yıkalım mı?
Gök, kılıcın sihirli olduğunu anlamış, çok sevinmiş. Araplara:
-Bir kapı açın da konağa gireyim demiş.
Araplar ileri doğru bir atılmışlar. Bir anda konaktan koca bir kapı açılmış. Gök de kılıcını kınına koymuş. Araplar da ortadan kaybolmuşlar. Gök konağa girmiş. Ortalıkta kimsecikler görünmüyormuş...
Konak muhteşem bir güzellikteymiş. Altınla gümüşle süslenmiş, pahalı kumaşlarla döşenmiş eşyalarla doluymuş.
Mutfakta, tencereler dolusu yemekler, şerbetler kaynıyor, tatlılar pişiyormuş.
Gök, konağı dolaşırken sesleniyormuş:
-Kimse yok mu? Ben Tanrı misafiriyim. Kimseye kötülük etmem.
Derken odalardan birinin kapısı açılmış. İçerden çıkan adam Göke doğru ilerlemiş:
-Hoşgeldiniz, demiş
Adamla Gök dostça söyleşmeye başlamışlar. Adam sormuş:
-Söylesene arkadaş, nereden gelip nereye gidiyorsun? Gök anlatmaya başlamış:
-Ben kısmetimi arıyorum. Ben bir şehzadeyim. Padişah olan babam öldükten sonra ağabeyim onun yerine geçecekti. Ancak başvezir, iki ağabeyimi de öldürttü, kendisini padişah ilan etti. Ben de ülkemden kaçarak kısmetimi aramaya koyuldum. Adım Gök. Peki, ya sen kimsin?
Konak sahibi:
-Benim adım Ateş. Bu konakta otururum. Yeryüzünün bütün hayvanları buyruğum altındadır. İstediğim zaman, nerede, nasıl bir olay olduğunu öğrenebilirim. Bunun için bir ıslık çalmam yeterli. Kurtlar, kuşlar hemen etraf ima toplanırlar. İstediğim her şeyi yapabilirler. Ya senin ne gibi hünerlerin var?
Gök:
-Benim hünerim kılıcımdadır. İstersen göstereyim.
Ateş daha karşılık vermeden. Gök kılıcını çekmiş. On Arap odanın ortasında belirmiş.
-Dile bizden ne dilersen! Yakalım mı, yıkalım mı?
Gök:
-Şu an hiçbir şey istemem, demiş.
Kılıcını kınına sokmuş, Araplar da ortadan kaybolmuş.
Konuğunun çok hünerli olduğunu, bunun çok işine yarayacağını anlayan Ateş:
-Anladım ki, sen de benim gibi yapayalnızsın. Seninle arkadaş olmak isterim. Sen de ister misin? Diye sormuş.
Bu öneri Gök’ün hoşuna gitmiş. Ateş ve Gök el sıkışıp arkadaş olmuşlar.
Gök:
-o halde yola çıkarız. Ölünceye kadar dost kalırız. Her zaman birbirimizin yardımına koşarız. Birlikte güler birlikte ağlarız, demiş.
Ertesi gün atlarına atlayıp yola koyulmuşlar...
Uzun zaman yol almışlar.
Sonunda bir şehre varmışlar. Şehrin valisine çıkarak kendilerini tanıtmışlar; kalacak bir yer istemişler.
Vali konuklarına küçük bir köşkte konuk olarak kalabileceklerini söylemiş. Adamlarını görevlendirerek Gök ve Ateş köşke göndermiş.
Gece olunca, Gök kılıcını çekmiş. Oracıkta beliren Araplar:
-Dile bizden ne dilersen! Demişler.
Gök:
-Valinin sarayının karşısına şimdiye değin görülmemiş güzellikte bir saray yapın! Sabahleyin saray eksiksiz, kusursuz bir halde orada bulunmalı.
Araplar bir saniye içinde valinin sarayının karşısına muhteşem bir saray dikmişler. Gök ile Ateş, bu saraya yerleşmişler.
Vali, sabahleyin sarayının karşısındaki o muhteşem sarayı görünce, şaşırmış. Adamlarına yeni sarayın sahibini getirmelerini söylemiş. Gök ile Ateş’i valinin yanına getirmişler. Vali sormuş:
-Bu sarayı bir gecede kim yaptırdı? Gök atılmış:
-Ben, demiş. İsterseniz hünerlerimi size de göstereyim... Kılıcı çekmiş, Araplar ortaya çıkıvermiş.
-Dile bizden ne dilersen! Vali korkmuş. Gök’e:
-Söyle de gitsinler! Demiş. Gök, kılıcı kınına sokmuş. Araplar gözden kaybolmuş.
Vali, bu adamların ikisinin de çok hünerli olduğunu anlamış.
Gök’e:
-Mert bir delikanlısın, demiş. Damadım olmayı kabul eder mi si n?
Gök, bu öneriden hoşlanmış ancak şöyle karşılık vermiş:
-Çok teşekkür ederim ama arkadaşım Ateş benden büyüktür. Evlenme sırası onundur. Onu damatlığa kabul ederseniz, ikimiz de seviniriz.
Vali bu kez Ateş’e dönerek:
-Damadım olmak ister misin? Diye sormuş.
Ateş:
-Buna çok sevinirim, demiş.
Sonra Gök’e dönerek:
-Ama biz ayrılmamaya karar vermemiş miydik? Diye sormuş.
Gök:
-Verniştik ama bu hayırlı bir iş Evlenip, yuva sahibi olacağız. Hem tamamen ayrılmış sayılmayız... Bir gün yine buluşuruz.
o gün valinin kızıyla Ateş nişanlanmış. Kısa bir süre sonra düğün hazırlıkları da tamamlanmış. Ateş ve valinin kızı görkemli bir düğün şöleniyle evlenmişler.
Yeni evliler birbirlerini çok seviyorlarmış. Gök de onlara baktıkça seviniyormuş. Sonunda Gök’ün yola çıkacağı gün gelip çatmış.
Gök, vedalaşırken Ateş’e şöyle söylemiş:
-Ben kısmetimi aramaya gidiyorum. Şu beyaz kağıdı yastığının İ altında gizlersin! Her sabah ilk iş olarak bu kağıda bakarsın. Eğer kağıdı sararmış görürsen, tehlikede olduğumu anlar, yardımıma koşarsın.
Ateş başıyla onaylayarak arkadaşına sarılmış. Gök, vali ve kızıyla da vedalaşarak yola çıkmış.
Kılıcını beline asmış, atma atladığı gibi hızla uzaklaşmış. Günlerce, haftalarca yol almış...
Kimi zaman ormanlarda mola veriyor, atıyla dertleştiği olu yormuş. Çok duygulu olan atı, efendisinin dilinden anlamıyormuş ama onun bir üzüntüsü olduğunun farkındaymış.
Bir gün Gök, bir evin önüne gelmiş. Burası daha çok bir mağa raya benziyormuş. Ön tarafında kapı ve pencereleri varmış ama arka tarafı bir dağın içindeymiş.
Gök kapıyı çalmış. Kapı, gürültüyle açılmış. Gök, atını bir ağaca bağlamış, içeriye girmiş.
Kendisini karşılayan adam:
-Hoşgeldiniz! Demiş.
Gök, adamın ardından yürümüş. Koridorlardan geçerek bir o daya varmışlar. Adamla tatlı bir söyleşiye dalmışlar.
Gök, kendini tanıtmış, başından geçenleri anlatmış. Kendini tanıtma sırası adama gelmiş.
-Benim adım Alev. Yapayalnız yaşarım. İyi ki geldin de bana arkadaş oldun!
Gök:
-İyi arkadaş olacağımızı umuyorum, demiş. Böylece el sıkışıp dost olmuşlar. Gök bir ara:
-Bu mağara çok eski görünüyor. Ben sana bir köşk yaptırayım, demiş.
Alev, konuğunun sözlerinden bir şey anlamamış. Gök kılıcını çekmiş, Araplar:
-Dile bizden ne dilersen, demiş.
Alev:
-Bir şey istemem, söyle de gitsinler, demiş. Gök, kılıcını kınına sokunca Araplar gözden kaybolmuş. Alev çok şaşkınmış:
-Çok hünerliymişsin Gök, doğrusu buna çok sevindim. Ama be nim hünerime de diyecek yoktur. İstediğim zaman yer altında olanları anlayabilirim.
Gök:
-o halde kalk gidelim! Kısmetimizi birlikte arayalım, diye karşılık vermiş.
Alev:
-Haklısın dostum, hemen yola çıkalım, demiş.
İki arkadaş atlarına binip yola düşmüşler. Günlerce yol almışlar. Dağlardan, derelerden, tepelerden geçmişler. Göllerde yüzüp balık avlamışlar. Gülmüşler, dertleşmişler. Bazı köylerde konuk olmuşlar.
Sonunda büyük bir ülkeye varmışlar.Ülkenin padişahına çıkıp kendilerine yatacak bir yer istemeye karar vermişler.
Saraya doğru giderlerken halkın büyük bir üzüntü içinde olduğunu anlamışlar. Birkaç kişiye neler olduğunu sormuşlar. Düşman bir ülkenin kralının bu ülkeye savaş açtığını öğrenmişler. Padişahın askerleri yenilgiye uğramak üzereymiş.
Bu kötü durum karşısında yalnızca yatacak bir yer istemek i Çin padişahı rahatsız etmemeye karar vermişler. Vezire gidip kalacak bir yer istediklerini söylemişler. Vezir de padişahtan izin olarak onları saraydaki odalardan birine yerleştirmiş.
Gök ile Alev, sarayda bekleşip oturmaktansa gidip savaşı izle meye karar vermişler. Atlarına atladıkları gibi savaşın yapıldığı meydana gelmişler.
Meydan düşman askerleriyle doluymuş. Padişahın askerleri yok denecek kadar azmış. Savaş çok kanlı geçiyor, padişahın askerleri az sayıda olmalarına karşın bütün güçleriyle savaşıyorlarmış. Ancak silahları ve sayıları üstün olan düşmanlar karşısında fazla bir şey yapamıyorlarmış. Askerlerin sayısı her an biraz daha azalı yormuş.
Gök, dayanamamış atını savaş meydanına doğru sürmüş. İki ta rafın komutanları uzaklardan yabancı bir atlının hızla geldiğini görünce askerlerine “dur!” emri vermişler. Düşman askerlerinin komutanı, bu geleni, padişahın teslim oldukları haberini getiren biri sanıyormuş.
Gök, önce padişahın komutanına selam vermiş. Komutan selamı almış, askerler “Sağol!” diye bağırmışlar. Sonra düşman komutanına selam vermiş. Ancak ne komutan ne de askerler bu selamı almamışlar.
Düşman komutanı:
-Derdini söyle! Diye bağırmış. Teslim mi oluyorsunuz. Yoksa... Gök, selamını almayan bu düşman komutanına çok kızmış. Ona:
-Yoksa ne yaparsın?
Gök’ün sözlerine öfkelenen düşman komutanı:
-Bir vuruşta kelleni uçururum, demiş.
Gök:
-o halde çık er meydanına! Diye haykırarak kılıcını çekmiş.
Düşman komutanı kılıcını çekip Gök’ün üzerine doğru gelirken o, karşısına diken Araplara:
-Komutan bana kalsın, siz düşman askerlerini yok edin! Diye haykırmış. Atını düşman komutanının üzerine doğru bütün hızıyla sürmüş.
Padişahın komutanı ve askerleri şaşırıp kalmışlar. Göz açıp kapayıncaya değin savaş meydanı karışmış. Ortalığı toz duman kaplamış. Amansız bir savaş gerçekleşiyormuş. Kılıç şaklamaları, bağırmalar, boğuşmalar birbirine karışmış.
Araplar, birkaç dakika içinde bütün düşman askerleri yenmişler. Ortada hiç düşman askeri kalmadığı halde Gökle düşman komutanı hala çarpışıyorlarmış.
Düşman komutanı sonunda yenileceğini anlayarak kaçmaya başlamış. Gök onu kovalarken şöyle bağırıyormuş:
-Kaçma, korkak fare! İşini çabucak bitirmedim. Çünkü askerlerinin halini görmeni istedim. Artık tek askerin bile kalmadı. Şimdi seni de onların yanına göndereceğim.
Gök, atına atlayarak düşman komutanının yolunu kesmiş. Kılıcıyla bir vuruşta onun kafasını uçurmuş.
Dönüp padişahın komutanını ve askerlerini selamlamış. Sonra da arkadaşı Alev’in yanına dönmüş.
Birlikte şehre dönüp odalarına çekilmişler.
Padişahın askerleri sevinç şarkıları söyleyerek şehre gelmişler. Komutan padişaha çıkıp, yağız bir delikanlının atıyla savaş meydanına atılarak düşmanı alt ettiğini, sonra da komutanlarının kafasını uçurarak şehre döndüğünü söylemiş.
Padişah, bu yiğit delikanlıyı saraya getirmelerini emretmiş.
Görevliler kaldıkları odadan Gökle Alevi alarak padişahın huzuruna getirmişler.
İki arkadaş yaşlı padişahın elini saygıyla öpmüşler. Padişah:
-Düşmanı alt eden yiğit hanginiz? diye sormuş.
Gök, hiç ses çıkarmamış. Onun övünmekten hoşlanmadığını bilen Alev:
-o yiğit kişi arkadaşım Gök’dür, demiş.
Padişah, böbürlenmeyi ayıp sayan bu yiğit delikanlının alnından öpmüş.
-Yaptığın iş çok büyük, demiş, seni nasıl ödüllendireceğimi bilemiyorum.
Gök, padişahın sözünü kesmiş:
-Ben yalnızca görevimi yaptım, ödül almaya hakkım yok, demiş.
Padişah eşi bulunmayacak ölçüde mert, yürekli ve dürüst olan bu yiğidi çok sevmiş.
-o halde benim oğlum ol! Ben yaşlıyım, oğlum da yok... Benden sonra bu ülkeyi yönetirsin! Seni kızımla evlendirmek isterim, ne dersin?
Gök:
-Size damat olmak büyük bir şereftir ama arkadaşım Alev benden büyüktür. Evlenme sırası ondadır.
Padişah:
-o halde Alev damadım olur, sen de bir oğlum sayılırsın.
Alev, padişahın damadı olacağına seviniyor ancak arkadaşından ayrılacağı için de üzülüyormuş.
Padişah Gök’e sormuş:
-Söyle bakalım tek başına düşmanı nasıl yendin?
Gök tek kelime söylemeden kılıcını çekmiş. Araplar ortaya çıkıp:
-Dile bizden ne dilersen, demişler.
Padişah olanları anlayarak gülmüş. Gök de kılıcını kınına sokmuş.
Padişaha:
-Düşmanı bunlarla yendim, komutanlarının kafasını da kılıcımla uçurdum.
Padişah, Gök’ün sırtını sıvazlamış.
-Peki, şimdi nereye gideceksin? Gök karşılık vermiş:
-Kısmetimi aramaya gideceğim.
Gökle Alev, padişahın yanından ayrılmışlar. Alev, arkadaşına:
-Hani hiç ayrılmayacaktık? Demiş. Gök gülerek yanıt vermiş
-Ayrılmayacağız diye kısmetlerimizi tepemeyiz ya... Sen kıs metini buldun, dürüst ol, çok çalış. Birbirimizden ayrılmış sayılmayız. Bir gün yine buluşuruz. Belki bir gün senin yardımına gereksinmem olur...
Cebinden bir kağıt parçası çıkararak Alev’e uzatmış:
-Şu beyaz kağıdı yastığının altında gizlersin! Her sabah ilk iş olarak bu kağıda bakarsın. Eğer kağıdı sararmış görürsen, tehlikede olduğumu anlar, yardımıma koşarsın. Kağıda bir şey olmazsa, mutlu olduğumu anlarsın. Haydi kal sağlıcakla. Düğününde bulun maya çalışırım.
İki arkadaş kucaklaşmışlar. Gök, atına atlayarak yeniden yola koyulmuş.
Yol aldıkça ülkesinden çok uzaklaştığını düşünerek üzülüyor muş. Eski günlerini, ağabeylerinin öldürülüşünü anımsamış. Gözlerinden yaşlar boşanmış.
Bu durumda aylarca yol almış. Bir gün, güzel bir şehre varmış. Buradaki evler, bahçeler, yollar öylesine güzelmiş ki Gök gözlerin inanamamış. Atından inerek güzel yollarda yürümeye başlamış. Uzun süre yürüdüğü halde hiç kimseyle karşılaşmamış. Şehirdeki derin sessizlik Gökü ürkütmüş. İnsanların nerede olabileceğini düşünüyor, işin içinden çıkamıyormuş. Karşısına çıkan birkaç evin kapısını çalmış ancak açan olmamış.
Kapıları açık olan evlere girmiş, içeride kimsecikler yokmuş.Derken bir köşkün önündeki çeşme gözüne ilişmiş. Gidip biraz su içmiş. Bu sırada kulağına bir ses gelmiş. Dikkatle dinleyince bir kadının ağladığını işitmiş. Hemen yerinden sesin geldiği yöne dosdoğru koşmuş. Ses, köşkten geliyormuş. Köşkün kapısını iterek içeriye girmiş. Odaları gezmeye başlamış. Bir odada, ağlayan güzel bir kız görmüş. Ona:
-Neden ağlıyorsun güzel kız, diye sormuş. Kız:
-Ah, Ah! Bu koca şehirde benden başka kimse kalmadı. Bir canavar şehrimizdeki insanların hepsini götürüp parçaladı. Babam bu şehrin valisiydi. Canavar az önce de onu götürdü. Az sonra gelip beni de götürecek. Ne olur, beni kurtarın.
Zavallı kız, Gök’ün ellerine, ayaklarına sarılarak kendisini kurtarması için yalvarıyormuş.
Bu sırada, gök gürültüsünü andıran bir ses işitilmiş. Genç kız saklanacak bir yer aramaya başlamış.
Gök:
-Korkma, demiş, ben canavarı karşılayacağım. Talihin varsa, onun işini kısa sürede bitirir, yanına gelirim.
Güzel kız:
-Onu yenemezsin! Ne otur gitme! İkimizi de öldürecek! Gök, kızı dinlememiş. Kapıdan dışarı fırlamış. Dışarı çıkar çıkmaz da korkunç bir gürültüyle köşke doğru ilerleyen devasa bir canavarla karşılaşmış.
Canavar Gök’ü görünce, daha hızlı gelmeye, öfkeyle haykırma ya başlamış.
Gök, aceleyle kılıcını çekmiş. On Arap:
-Dile bizden ne dilersen, diye sormuş.
Gök:
-Şu canavarı parçalayın! Demiş.
Araplar, canavara doğru koşuyor, gittikçe irileşiyorlarmış. A raplar, o kadar büyümüş ki, canavarın yanına vardıkları zaman her biri bir dev olmuş.
Korkunç bir boğuşma başlamış. Yer gök inliyor, depremler olu yormuş. Dev gibi on Arap, canavarı kısa sürede cansız bir halde yere sermişler.
Kanlar, güzel şehrin sokaklarından nehir gibi akarken Gök, kılıcını yerine koymuş Araplar gözden kaybolmuşlar.
Gök köşke dönerek gizlendiği köşede titreyen kızın elini tut muş, pencereye getirmiş. Güzel kız, canavarın gövdesini yerde cansız görünce çok sevinmiş. Gök’ün ellerini öpmüş.
-Hayatımı sen kurtardın, keşke daha önce gelseydin de babamı, annemi, kardeşlerimi de kurtarsaydın... Artık kimsem yok... Ne yapacağım şimdi?..
Gök, gülmüş. Sonra kılıcını kınından çıkarmış. On Arap yanında belirivermiş. Onlara:
-Canavarın kaçırdığı kişilerden sağ kalanları şehre getirin, di ye emir vermiş.
On Arap o an gözden kaybolmuşlar. Az sonra tüm şehir halkı büyük şenliklerle sokakları doldurmuş. Kızın anne, baba ve kardeşleri de eve geri dönmüş.
Kız sevinçle ailesine sarılnıış.
Meğer canavar kimseyi parçalayıp öldürmemiş. “Minicik insanları tek tek yemek işime gelmez. Hepsini kaçırdıktan sonra dev kazanımı kaynatıp hepsini aynı anda pişirip yiyeceğim.” Dermiş. Şehirde kalan son insanı yani kızı da kaçırdıktan sonra kazanı kaynatacak, herkesi aynı anda yiyip karnını doyuracakmış. Onun koca karnı ancak böyle doyarmış.
Gök:
-Bak artık yalnız değilsin, ailen geri döndü, demiş. Kızın babası Göke sarılmış:
-Çok yiğit bir delikanlıymışsın, beni ve tüm şehri kurtardın. Seni nasıl ödüllendireceğimi bilemiyorum, demiş.
Gök kıza bakarak:
-Talih, kızınızın karşısına beni, benim karşıma da kızınızı çı kardı. İzin verirseniz, kızınız da isterse onunla evlenmek isterim, demiş.
Vali:
-Hep senin gibi damadım olmasını isterdim, diyerek vereceği yanıtı öğrenmek için kızına dönmüş.
Kız, Gök’e:
-Senin eşin olmak beni çok mutlu edecek, ölünceye kadar tek isteğim seni mutlu etmek olacak, demiş.
Böylece Gök ve kız güzel bir düğünle evlenmişler. Kızın babası, kötü arzulardan uzaklaşmak için ailesiyle birlikte başka bir kente taşınmış. Gök ve kız da bu güzel şehirde yaşamaya devam etmişler.
Çok mutlu bir yaşamları varmış. Gök, her gün okunu alarak avlanmaya, balık tutmaya gidiyormuş. Eşi de ev işlerini yapıyor, av etlerini, balıkları pişiriyormuş.
Bir gün, Gök’ün ayda olduğu bir sırada köşkün kapısı vurulmuş. Gelen kara kuru, sivri burunlu, bir kocakarı ile karşılaşmış.
Kocakarı:
-Ne olur bana ekmekle su ver! Genç kadın, kocakarıyı içeriye almış. Ona yiyecek ve su vermiş.
Kocakarı yemeğini yerken hep dua etmiş. Yemekten sonra da genç kadına hoş hikayeler anlatmaya, onu güldürmeye başlamış. Derken, iyice dost olmuşlar. Kız da başından geçenleri kocakarıya anlatmış.
Gerçekte, kocakarı bir cadıynıış. Gök’ün sihirli kılıcının hünerli olduğunu anlayınca sormuş:
-O sihirli kılıç şu duvarda asılı olan mı? Genç kadın saf saf:
-Evet, kocam ava giderken onu yanına almaz!
Cadı:
-Ah ne güzel şeymiş, diyerek gidip kılıcı almış, incelemeye başlamış.
Sonra, güneş ışığında da bakmak istediğini söyleyerek dışarı çıkmış. Genç kadın da onunla kapının önüne çıkmış.
Kocakarı ona kapının yanı başında duran bir küpü göstererek:
-Şu küp benim sihirli arabamdır. Üzerine bindiğimde kendiliğinden yürür. İstersen gel deneyelim?
Gök’ün deneyimsiz eşi, cadının kötülük yapacağını düşünememiş. Küpün kendiliğinden nasıl yürüdüğünü anlamak istemiş. Kocakarının arkasından gitmiş.
Küpe oturan cadı kadının yanına ilişmiş. Cadı kadın gizlice koynundan çıkardığı yılanı küpe dokundurmuş. Küp öyle bir havalanmış ki zavallı kadın korkudan bağırmaya başlamış.
Kahkahalar atan kocakarı:
-Korkma kızım, ne güzel uçuyoruz... Araba nasıl yerde yürüyorsa bu küp de havada uçuyor işte. Seni bir saraya götürerek zengin bir şehzadeye vereceğim. Bu şehirde tek başına ne yapacaksın? Artık, ağlamaktan yarar gelmez. Boş yere kendini paralama! Artık geri dönmek yok...
Genç kadın, cadının kötü biri olduğunu o zaman anlamış.
Havada çırpınıyor, kocakarıyı yumrukluyormuş. O böyle yaptıkça, ihtiyar cadı da kahkahalar atıyormuş...
Kocakarı kızla boğuşurken elindeki kılıcı düşürmüş. Kılıç aşağıya düşerken:
-Senin yüzünden kocanın kılıcı Karagöl’e düşüyor. Biraz sonra suların içinde kaybolacak. Kocan da seni kurtaramayacak. Boş yere inatçılık edersen seni öldürürüm...
Kadıncağız, kılıcın sulara gömüldüğünü görünce, canını kurtarmak için, cadı karının sözlerini dinlemekten başka çare olmadığını düşünerek susmuş.
Uça uça büyük bir saraya varmışlar. Küp alçaldıkça saray tüm görkemiyle gözler önüne seriliyormuş. Sonunda çimenlerin üzerine inmiş. Kocakarı, genç kadının kolundan tutarak:
-Güzel kız, boşuna korkuyorsun. Şu görkemli sarayın sultanı olmak istemez misin?
-Hayır, ben Gök’ün eşiyim. Ölünceye kadar da onun eşi kalacağım.
Kocakarı, kızı sıkıca tutarak sürüklemeye başlamış. Sarayın kapısından girmişler. Mermer merdivenlerden çıkmışlar. Genç kadın çırpınıyormuş. Cadı, bir kapı açmış, genç kadını loş bir odaya itmiş.
-Burada sessizce otur. Ben şehzadeyi göreceğim. Yarın seni hamama götüreceğim. Sonra da üzerine şık elbiseler giydirip seni şehzadenin yanına götüreceğim.
Kadıncağız, hüngür hüngür ağlarken, cadı odanın kapısını kilitleyerek gitmiş...
Her şeyden habersiz olan Gök, aydan dönüp de eşini bulamayıp, sihirli kılıcını duvarda göremeyince onun kaçtığını zannederek üzülmüş. Çok geçmeden üzüntüsünden yatağa düşmüş.
Gök’ün hastalandığı gün Ateş de, Alev de yastıklarının altındaki kağıtların sarardığını görerek telaşlanmışlar. Gök’ün bir felaketle karşı karşıya olduğunu anlamışlar.
Ateş, bir ıslık çalmış. Yeryüzünün bütün kurtları, kuşları sarayın etrafına toplanmışlar. Onlara Gök’ün nerede olduğunu sormuş.
Kuşlar koro halinde:
-Gök yaşıyor! Diye bağırmışlar.
Kurtlar koro halinde:
-O falanca şehirde ağır hasta! Demişler. Ateş, hemen yola çıkmış.
Alev de, bir ıslık çalarak kulağını toprağa yapıştırıp yerin altını dinlemiş. Yeraltındaki yaratıklar, Gök’ün ölmediğini, nerede bulunduğunu söylemişler.
Yer altındaki yaratıklar sözlerini şöyle bitirmişler.
-Gök’ün tam olarak nerede olduğunu yeryüzündeki kurtlar, kuşlar bilirler. Onların kralı da, Ateş adlı biridir. 0 da Gök’ün ya kın arkadaşıdır. 0, atına atlayıp Gök’ü bulmak için yola çıktı. Onun atının ayak seslerini işitiyoruz. Az sonra senin sarayının önünden geçecek. Onunla tanış! Gök’ü ancak birlikte kurtarabilirsiniz!
Alev, hemen aşağıya inerek sarayın kapısında beklemeye başlamış...
Çok geçmeden, bir atın üzerinde gelen yağız bir delikanlı görmüş. Ona sormuş:
-Adın Ateş mi?
Yolcu:
-Evet, diye karşılık vermiş.
Alev:
-Ben de Gök’ün arkadaşıyım. Adım Alev’dir. Yastığımın altındaki kağıt sarardı, onun tehlike içinde olduğunu anladım...
Gidip onu kurtaralım!
Ateşle Alev, yola çıkmışlar. Dörtnala giden atları, onları birkaç saat içinde Gök’ün bulunduğu şehre ulaştırmış.
Ateş ve Alev köşkün önünde inip hızla içeriye girmişler. Gök’ü yatağının içi nde bulmuşlar. Olanları öğrenmişler.
Sihirli kılıcı bulmadan Gök’ün eşinin bulunamayacağına, Gök’ün da iyileşemeyeceğine karar vermişler.
Ateş, uzun bir ıslık çalmış. Kurtlara, kuşlara sihirli kılıcın yerini sormuş.
Kurtlar, kuşlar, bir solukta karşılık vermişler;
-Sihirli kılıç yeryüzünde değil!
Bu kez Alev bir